16. BÖLÜM
“Üfleyerek geçirebileceğini sandığın için yüreğime yara açmakta hiç sakınca görmedin ama ben o yaralar sızlamasın diye, geceleri göğsümün üzerine yatamadım.”
16
ENFEKSİYON
Ölümle, yaşam için savaşabilir miydim?
Nereye kadar, nasıl?
Savaşsam bile bu baştan yenilgiyi kabul ederek savaşmak olurdu, çünkü ümitsizdim. Bir şey için savaşıyorsanız o şeyi kazanma umudunuz olduğundandır ama umudunuz yoksa, uğrunda savaşacağınız bir şey de yoktur. Ben şimdi kalksam, ölümle hayatta kalmak için savaşsam ne yapabilirdim ki? Ne keskin kılıcım vardı ölüme doğrultabileceğim, ne umudum vardı beni ayakta tutabileceğine inandığım. Savaşabilirdim ama umutsuz, ümitsizce.
Artık sona yaklaştığımızı hissediyordum.
Bilincimi daha sık kaybediyor, Oğuz’un korkulu sarsmaları ile uyanıyor, biraz sonra tekrar uyuyordum. Son zamanlarda olan bundan ibaretti. Gücüm bittiği için sürekli halde uyuyakalıyor, Oğuz öldüğümü düşünerek korkuyla beni uyandırdığında biraz kendime gelebiliyordum. Çocuklar da öyleydi, tamamen bitiklerdi. Yapılabilecek bir şey yoktu. Yaşamla ölüm arasındaki savaşın ortasındaydık ama bu savaşa kendi ayaklarımızla girsek de hiçbirimiz bu savaşın içine düşeceğimizi bilememiştik. Savaştaydık ama kılıçlarımız yokken savaşamıyorduk. O sesi, o günden, Cesur’un öldüğü günden beri sık sık duymuştuk. Sahi Cesur öleli ne kadar olmuştu. Bir gün mü? Bir saat mi? Biraz önce mi?
“Bestegül.” Oğuz beni hızla sarstı. “Bende kal.”
Genzimi temizledim ve daha sağlıklı bir ses çıkarmak için kendimi zorladım. “Sendeyim.”
“Çok şükür!”
Elimi ağrıyan karnıma bastırdım ve inlememek için dudaklarımı ısırdım. “Arada sızıyor ama sonra uyanıyorum. İnan olabileceğimin en iyi halindeyim Oğuz, benim için endişe etme.”
“Demesi kolay,” diyerek homurdandı ve eli çekingen bir şekilde saçlarımı okşadı. “Gel de etme!”
Kıvırcığım ya.
Şefkatle gülümsedim. “Elini bileğime koyabilir, nabzımı yoklayabilirsin. Ben bazen sen uyuduğunda öyle yapıyorum ve nabzının düştüğünü hissettiğimde seni uyandırıyorum.”
“Çok tatlı,” dedi ve saçlarımı başımın yukarısından aşağıya doğru usulca taradı. Heyecana kapıldım. “Birkaç kere öyle bir vurarak uyandırdın ki metro koltuğundan aşağıya düştüm.”
Halsizce kolumu kaldırdım ve varmış gibi kaslarımı gösterdim. “Bunlar ne için var sanıyorsun?”
Uzanarak parmağıyla omzumun aşağısına, dirseğimin yukarısına dokundu. Islık çaldı. “Vay canına, bende bile böylesi yok.”
Yok yiğidim, vallahi var, gözlerimle gördüm.
Bir an çaktırmadan onun sağlam, geniş pazılarına baktım ve o bunu fark ederek sırıttığında kızararak önüme döndüm. “Öyle bakma, utanırım.”
“Utanmanı tatlı buluyorum.”
“Eyvallah,” dedim ve daha çok kızardım.
“Eyvallah bizden.”
Tebessüm edecek gibi oldum. Sanırım sevgililer birbirine eyvallah demezdi ama bu bizim aramızda bir çeşit özel kelimeye dönüşmüştü. İkimiz de bunun komik olduğunu biliyorduk ama tatlı gelen bir yanı da vardı. İç çektim ve Keskin’in sesini duydum. Şarkı söylüyordu, ara ara ağzının içinde şarkılar mırıldanıyordu ve itiraf etmem gerekirse sesi iyiydi. Oğuz kaşlarını kaldırarak onun oturduğu koltuğa baktığında, “Sesi güzel,” dedim.
“Evet,” diye onayladı.
“Senin sesin güzel midir?” diye sordum ilgiyle. “Şarkı söyler misin?”
Yüzünü buruşturdu. “Hayır, iğrençtir. Ya senin?”
“Pek güzel değildir,” dedim ve tavandaki alçak buluta baktım. Bizim bulutumuza, içi umutla dolu olan. “Bir enstrüman çalar mısın peki?”
Bunu bir süre düşündü ve yüzünde özlem dolu bir ifade oluştu. Tuhaf bir şekilde, onun hissettiği üzüntüyü hissettim. Sanki aynı ekvator çizgisindeki gezegenlerdir ve bizi birbirimize bağlayan bir tuhaf sistem vardı. “Anneme destek çıkmak, harçlığımı çıkarmak için bazı geceler barlarda çıkar, bateri falan çalardım. Sanırım bir tek onu çalabiliyorum.”
Umarım bir gün seni öyle izleyebilirim.
Gülümsedim. “Ben hiç bara gitmedim, pek bana hitap etmiyorlar galiba.”
“Ben de sadece çalışmak için gitmiştim,” diye karşılık verdi ve tüm bu konuşmalar boyunca saçlarımı okşamaya devam etti. “Ara sırada tezgâh arkasında dururdum, bazen tuvaletleri temizlerdim. Ne iş olsa yapardım işte.”
Bir an elini tutmak, ona sarılmak istedim. “Çok yoruluyor olmalıydın.”
“Dramatize etme, insanlar hayatları boyunca ağır işlerde çalışıyor, bunlar ne ki?”
“Haklısın,” dedim ve başındaki kıvırcık, tozlu saçlarını izledim. O an aklıma, beni huzursuz edecek bir düşünce geldi. “Orada kızlar kesin sana yazmıştır değil mi? Bilmiyorum, sen yakışıklısın ve kızların senden hoşlanması çok kolay.”
Mesela benim.
“Ben biraz eski kafalıyım galiba bu konularda,” dedi ve ben birbirimize karşı bu kadar dürüst olabildiğimiz için mutluluk duydum. “Birinden gerçekten hoşlanırsam onunla konuşmak için çabalıyorum, hissiz, yüzeysel şeylerden hoşlanmıyorum. O yüzden benle ilgilenen kızlarla çok fazla yüz göz olmazdım.”
Masum kıvırcığım.
“Ama çevrende çok kız arkadaş var.”
“Arkadaş grubumun içinde çok sayıda kız vardı,” diyerek onayladı beni. “Fakat gerçekten aramızda arkadaşlık olurdu, fazlası değil.”
Elimi yukarıya kaldırdım ve alçaktaki bulutumuza dokundum. “Hiç kötü yanların yok mu?”
“Var,” dedi hemencecik, sanki bu soruyu sormamı bekliyormuş gibi. “Sevdiğim, istediğim şeyler konusunda çok hırslıyım. Bu bazen beni yoruyor, çok yoruyor ama dönüp kendime kendine gel adamım, yorulmak yok diyorum ve yoluma daha hırslı devam ediyorum.”
“Amerikan filmlerinden bir replik gibi,” dedim ve kıkırdadım.
O da güldü.
“Söyle bakalım Melodi, hangi takımlısın?”
Keskin şarkı söylemeyi kesmiş, Melodi’ye dönerek bu soruyu sormuştu. Göz ucuyla onlara baktım. Melodi ellerini izliyordu ve Keskin’i terslemesi gereken bir şey olmadığından olsa gerek soruyu cevaplamıştı. “Ben Trabzonluyum, o yüzden Trabzonspor.”
Keskin ayağının ucuyla Selim’i dürttü. “Selim de Trabzonlu.”
Bakışlarını bize çevirdi ve yakınlığımıza pis pis gülerek söylendi. “Ee kutsal bakire, söyle bakalım sen hangi takımlısın?”
Oğuz yanaklarını şişirdi. “Keskin, insanları rahatsız etmeyeceğin konusunda anlaştığımızı sanıyorum.”
Ellerini, ben masumum der gibi yukarıya kaldırdı. “Sadece hangi takımlı olduğunuzu soruyordum.”
Bunu içinde kutsal bakire geçmeyen bir cümleyle sorsan sana inanabilirim kötü çocuk. Terslemeden cevap verdim. “Galatasaraylıyım.”
Keskin’in gözlerinin içi güldü. “Oğuz gibi bir herifi düşürmenden anlamalıydım senin iyi seçimler yaptığını?”
Oğuz’un iyi bir seçenek mi olduğunu düşünüyordu? Bu şaşırtıcıydı. Kendisinin de Galatasaraylı olduğunu anladığımda Keskin yüzünü Oğuz’a çevirdi. “Söylesene, sen hangi takımlısın?”
“Takım tutmuyorum.”
“Şaşırtıcı,” dedi Keskin ve açıkçası ben de şaşırdım. Basketbolla ne kadar ilgileniyorsa futbolla o kadar ilgilenmiyordu. Selim’e döndü. “Ee dostum, sen hangi takımlısın?”
Selim cevap vermedi.
Kaç gündür konuşmuyordu, kaç vakittir susuyordu? Bir süredir, belki uzun bir süredir böyleydi. Keskin onu zorlamadı ama ağzının içinde mırıldanmadan da edemedi. “O kız için değmez be oğlum, keşke değse ama...”
Çok üzgünüm ama bu konuda Keskin’le aynı şeyi düşünüyordum. Belki yanlış, haddim olmayan bir düşünceydi ama böyle düşünmemek elimde değildi. Esra için üzülmüştüm ama normal bir insan için üzülebileceğim kadar, fazlası değil. Selim’in hiç kıpırdamayan suratına üzüntüyle baktım. Oğuz başımı nazikçe dizinin üstünden kaldırdı. “Ben bir Selim’e bakayım.”
Onu anlayışla karşıladım ve geçip Selim’in yanına oturduğunda Melodi’ de benim yanıma geldi. Öyle halsiz, öyle ümitsizdi ki, dizlerinin üzerine düşse kalkamazdı. Kendini bezgince yanımdaki koltuğa bıraktı. “Ölüyorum galiba.”
“Bana bilmediğim bir şey söyle,” dedim belki onu güldürmek için.
Öyle oldu, güldü. “Sana bir şey itiraf edeyim mi?”
“Elbette.”
“Şey...” ağzının içinde geveledi. “Ben galiba bir şeyler hissetmeye başladım.”
Duraksadım. “Daha açıklayıcı ol.”
“Birine.”
Tamam, elimdekileri topluyorum. Birine bir şeyler hissetmeye başlamıştı. O biri? Selim’di işte, besbelli. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. “Selim mi?”
Yutkundu.
“Üzgünüm Melodi ama... Selim Esra’yı çok seviyor belli ki.”
Yutkundu. “Sence hiç şansım yok mu?”
“Bilemiyorum.” Ölecektik, ne aşkı diyemedim. Çünkü ben de az önce Oğuz’la cilveleşiyordum. “Sence bu ihanet olur mu?”
Terlemişti, kızarıyordu. Omzumu silktim. “Esra’ya ihanet ettiğin yok Melodi, bu doğrudan Selim’e hissettiklerinle alakalı. Esra ile dost değildiniz ki ona ihanet edesin.”
“Doğru.” Ellerini dizlerine koydu. “Beni tutan bir şey yok.”
Bu ümitsiz bir hoşlantı, diyemedim. Hevesini kırmak istemezdim ama... Selim’in kimseyi gördüğü yoktu, Esra’ya âşıktı. Zaten burada hayatta kalmaya olan inancımız çok azdı, neredeyse yoktu bile. Bu yüzden bu çaresiz bir hoşlantıdan ileriye gidemezdi. Ona gülümsedim ve utanarak bakışlarını kaçırmasını izledim. “İyi misin?”
Dürüst oldu. “Ne demezsin. Çok.”
Evet, saçma bir soruydu ama terslenmesini beklememiştim. Bilmiyorum, arada ben de insanları tersliyordum. Bu yüzden hiçbir şey demeden yerimden kalktım ve sallanan bacaklarla ileriye yürüdüm. Karnım son bir saattir falan çok ağrıyordu ve sanırım regl olmuştum. Esra’nın çantamda ped var dediğini hatırlıyordum, onun çantasına ihtiyacım vardı. Çantasının olduğu yere yürüdüm ve fermuarını açarak içerisini karıştırdım. Biraz süslü, çokça makyaj malzemesinin dolu olduğu bir çantaydı. İlk gözde bulamayarak ikinci gözü açtığımda, elime bir şey geldi ve daha dikkatli baktığımda bunun bir gül olduğunu gördüm. Bu gül, bir defterin arasına sıkışmıştı ve dalı defterin arasındaydı. Uzandım ve defteri çıkardığımda, bunun bir hatıra defterine benzediğini gördüm. Gülün içerisine koyulduğu sayfayı açarken gülün ne kadar kuruduğunu hissettim, dökülüyordu yaprakları kuruluktan. Gülü çıkardım ve o sayfada yazılan yazılara baktım. Görmem için defteri hafifçe yukarıya kaldırmam gerekmişti.
05/11/2019[L1]
Merhaba günlük.
Merhaba günlük mü? Klişeler kraliçesi olmalıyım. Evet, bir kraliçe olduğum doğru. Ki, bunu sen de biliyorsun. Kendimi severim pek sevgili olmayan günlük, hatta baya severim. Kendime çok önem veririm, birileri ya da bir şeyler için kendimi üzmem. Fakat bugün üzdüm, kendimi. Selim için, Selim yüzünden. Bugün kavga ettik! Aman Allah’ım! Bana bağırdı ve bu beni incitti. Pardon, şöyle: bu beni İNCİTTİ. Büyük harflerle. Birileri ya da bir şeyler için o kadar üzülmezdim ki, bu beni çok şaşırttı. Benimle ilk derste kavga etti ve son derste, çıkışta elinde bir gülle yanıma geldi. Peki ben ne yaptım? Resmen MUTLU oldum. Bu başıma pek gelmez, bu yüzden buna da şaşırdım. Biliyorum günlük, beni anlamıyorsun. Onu aldattım, fiziksel ve ruhsal olarak bunu birkaç kez yaptım ama artık bu beni utandırmaya başlıyor. Hatta Oğuz’a bu sıralar hiç takılasım gelmiyor. Bilmiyorum, sanırım ikinci sınıfta Oğuz’dan hoşlanıp ondan geri dönüş alamadığım için bende takıntı haline geldi. Şımarık olduğum için olabilir. Biliyorum günlük, kötü bir kızım.
Fakat bence kötü kızlar da sevilebilir.
Çünkü kötü çocuklar seviliyor.
Selim beni seviyor,
Ben de onu, pek sevgili olmayan günlük.
Hatalı, yanlış, belki az, belki sadakatsiz, belki yanlış şekilde ama kendimce seviyorum.
Ağladığımı, defterin üstüne düşen gözyaşımla fark ettim ve dişlerimi sıkarak bunu durdurmaya çalıştım. Neden bilmiyorum ama bu beni üzmüştü. Esra benim için hep yanlış kişi, kötü birisiydi ama dürüstçe yazdığı şeyleri okuduğumda onun hiç sevilmediği hissine kapıldım. Selim’e karşı olan sevgisini okumuştum ve gördüklerime rağmen bu bana inandırıcı gelmişti. Bilmiyorum, çok üzücüydü.
Kahretsin yahu!
Her şey çok boktandı.
Kurumuş gülü defterin arasına bıraktım ve defteri kapayarak çantaya koyduktan sonra arkama dönerek Selim’e baktım. Yüzü... berbattı. Şakağından aşağıya terler akıyor, metro koltuğunu sıkıyor, sık ve boğuk nefesler alıyordu. Oğuz yanında, elinde bir peçeteyle ensesindeki teri silerken, “Son günlerde böyle terliyorsun,” dedi huzursuz görünerek. “Neyin var dostum?”
Selim cevap vermedi.
Oğuz onun için endişe ederek terini silmeye devam etti. “Ağzını açmıyorsun Selim, bir şey de artık.”
Selim’in yaptığı tek şey elini karnına götürmek oldu. Oğuz onun elini takip etti. “Karnın mı ağrıyor.”
“Yara,” diyebildi Selim sadece, günler sonra. Yüzü kıpkırmızı olmuş, elleri koltuğu daha sıkı tutmaya başlamıştı. Ter içindeydi. Ateşi olmalıydı, bu kadar terleyip kızarmasının başka sebebi olamazdı. Dişlerini sıktığını, kilitlenen çenesinden anlayabiliyordum. Oğuz irkildi ve gözlerini büyüttü. “Yara mı, ne diyorsun?”
Selim bir daha inledi ve Oğuz’un yüzündeki tüm kan çekildi. Endişe içinde ellerimi sıktım. Sıra... Onun muydu? Allah’ım! Hayır! Kalbim göğüs kafesimin içinde huzursuzca çırpındı. Melodi ayağa kalkmış, Keskin doğrulmuştu. Oğuz uzandı ve telaş içerisinde Selim’in gömleğini yukarıya kaldırdı. Onun çıplak teni, karnının bir kısmı açıkta kalmıştı. Oğuz’un omuzları çöktü ve nefesi kesildi. “Selim...”
“Birkaç gündür böyle,” dedi Selim ve ne olduğunu anlamak için ileriye doğru birkaç adım attım. Ah! Görmüştüm. Selim’i, yarasını. Karnında, midesinin altında derin, geniş, mosmor bir yara vardı. Yara basit bir yara değildi. Enfeksiyon, mikrop kapmış bir yaraydı ve çok, çok kötü görünüyordu. Oğuz’un rengi daha da beyazlarken Selim devam etti. “Es... Esra’nın yanında yatarken, demirin bir kısmı hafifçe karnımı kesmiş, his... Hissetmemiştim ama birkaç gündür yara büyüdü. Mikrop kapmış ol... Olmalı.”
Oğuz’un yüzü kaskatı kesildi ve gözleri doldu. “Dostum, hay...”
“Esra’yı özlemiştim zaten.”
Selim ateşler içinde yanan başını Oğuz’un omzuna bıraktı ve Oğuz yumruklarını sıkarak kaskatı suratını yanına çevirdi. Ağladığını gördüğümde, boğazımda kocaman bir yumru büyüdü. Dönüp bir daha Selim’in enfeksiyonlu yarasına baktı ve onu kurtaramayacağımızı fark ettiğinde yüzünde daha önce rastlamadığım bir ifade oluştu. Saf acı. Saf. Gerçek. Selim’in omzunu sıktı. “Sen... Çok iyi bir arkadaştın dostum, çok iyi.”
Selim’in de acı çeke çeke öleceğini kavradığım birkaç dakikadan sonra dönen başla ve titreyen bacaklarla Oğuz’un yanına yürüdüm ve gözyaşları içindeki suratını izleyerek ağladım. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Selim’i sevmiştim ve böyle acı çekerek ölmesi beni çok üzüyordu. Gözlerimi kapatarak başımı Oğuz’un omzuna yasladım ve sadece onu kaybetmemeyi diledim.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...